Uzun zamandan bu yana korkuyorum… Korkmak bana yakışan bir yaşam tarzı değil aslında ama korkuyorum; mücadeleci ruhumdan eser yok. Konuşmaktan, sokaktan tek başıma dolanmaktan, orman içinde uzun yürüyüşler yapmaktan, yazı yazmaktan, otobüse, metroya, metrobüse ve hatta taksiye binmekten korkuyorum. Kalabalıklardan korkuyorum, ıssız yerlerde kendini bilmez birinin tacizine uğramaktan. Beni asıl korkutan ise başıma herhangi kötü bir şey geldiğinde arkamdan söylenecek o pis, kötü niyetli insanların, hiç annesi, ablası, kız kardeşi, kız çocuğu olmamış gibi konuşan, kendini savunan erkek egemen bir toplumun dayatmalarından korkuyorum. Irkçılık denilen şey işte tam da burada başlıyor. “O da oraya gitmeseydi!” demekle “Pis zenciler yaşamayı hak etmiyorsunuz!” demek arasında hiçbir fark yok benim gözümde.
Yaşam içerisinde
hep bir yetişme hali, yarım nefesle ve koşar adım varmak gideceğin yere,
yaşadığımız dört duvara güveniyoruz sadece, vardığımız dört duvarın da
güvenilir olması ayrı bir şans.
Hayat içerisinde
yaşamaya çalışan, gezinen huzursuz ruhlarız.
Bugün de bir
kadın olarak başıma bir şey gelmedi çok şükür diyerek yaşamaya devam ediyoruz.
Yaşı ne olursa olsun tüm kadınların adımları korkak…
Doğamız ve
bünyemizin bize kazandırdığı gereklilikler, naifliğimize rağmen sindiriliyoruz.
Ben lisedeyken böyle değildim ya da hatırlamıyorum böyleydim de çok kavrayamamıştım
olanları bilmiyorum.
Şimdi manşet
manşet kadınların şiddet, taciz, öldürülme haberlerine denk geliyorum. Altında
tüyler ürperten insan yorumlarını, vicdanını satmış avukatların savunmalarını
okuyorum. Sonra o kadının ailesini, sevdiklerini düşünüyorum. Gözlerimi
kapatıyorum, yutkunamıyorum!
Ülkemin dışında
yaşanan başka bir olay ile gözlerimi açıyorum. Londra’da bir kadının etek altı
fotoğraflarını çekenlere, üç yıl hapis cezası verildi. Suçluların isimleri
kamuya açık cinsel sabıkalılar listesine yazıldı. Kenar mahallede oturan lise
öğrencisi genç kızın gece yarısı evine dönerken aydınlık caddeden gitmek yerine
iki ev arasındaki kestirme loş parktan evine giderken; karanlık içerisinden
çıkan, bir anda korkudan çığlık atan kızın sesine karşılık yakalanan saldırgana istinaden İngiliz yargıcın verdiği karar “yedi
yıl yedi gün hapis”… Muhabirler kıza dokunmamıştı bile neden bu kadar diye
sorgular. Yargıç hukuk tarihine geçecek bir yanıt verir:
“Genç kıza
saldırma teşebbüsünün cezası yedi gün. Yedi yıl, İngiliz kızlarının gece yarısı
loş ve boş parklarda dolaşma özgürlüğüne saldırının cezasıdır”
Özgürlük bunu
derken bizim yaşadıklarımı ise içler acısı. Bizim için ne büyük hala değil mi?
Bizde yaşanan
olaylara baktığında otobüste herkesin ortasında sadece kıyafetiniz nedeniyle
tekmelenebilirsiniz, ya da egolu bir kişinin tanışma teklifine hayır dediğiniz
için hastanelik olabilirsiniz, güvenli sanarak çalıştığın bir işte bir gün
hakkını vermediklerini görerek hakkını aradığında rehin alınabilirsin…
Daha niceleri…
Erkek olmak
bunları yapmayı gerektirir.
Peki ya kadın
olmak!
Kadınların
yüzünün gülmesini istemeyen, kahkaha atması çok
görülen, erkek arkadaşı olduğu için namussuz olarak nitelendirilen,
alkol aldığı için ya da geç saatte dışarıda olduğu için rahat olduğunu savunan
insanların yaşadığı bir ülke haline geldik.
Durum ne olursa
olsun bir kadının öldürülmesine ya da tecavüze uğramasına sebep midir bunlar?
Kadınların attığı
kahkaha, içtiği şarap, çıktığı saat bile içimize dert oluyor artık.
Ulemanın
kurallarına uymadığında başına gelen her şey kadınların hakkı!
Oysa kadınlar
mutlu iken gülümser, gülümsedikçe güzelleşir, kahkaha atar ve kahkaha attıkça
ısınır içiniz.
Ailemizden
birinin kahkaha atmasına neler vermeyiz?
İslam tarihindeki
saptırmaların en acımasızları kadınlar ve kadın hakları ile ilgili olanlardır.
Benim inandığım din cenneti annelerin ayaklarının altına sererken; annelere,
bir annenin kızına ve geleceğin annelerine böyle bir zulüm yapmaz.
Çocukken her
düştüğünüzde yaralarınızı üfleyen kadınları hiçe saydınız, mutsuz ettiniz ve bu
mutsuz kadınları sokaklara döktünüz.
Ve biz mutsuz
olursak bu koca ülke çekilmez hale gelir hiç düşünmediniz!