10 Kasım 2009 Salı

Üç Noktasız Gidiş

Gün bitse, akşam olsa, yıldızlar her şeyi yeniden yaksa yüreğimde, ay onsuz geçen günlerimdeki hasretimi yenilmişliğimi, yılgınlığımı bilse de bu gece beni daha bir sevse, daha bir ışısa karanlık dünyamın içinde. Gündüzlerim de vardır aydınlık dolu. ama daha bir görüyorum karaları, çirkinlikleri ve bin bir yalanı. Evet, belki güzellikleri de görüyorum, renk renk çiçekleri yeşil yapraklarını, tomurcuklarında değil de içimde umut öbekleriyle açan ağaçları, bir yaprağın rüzgârda salınışlarını ve varlığının aciz kalışına rağmen inançla savaşını.
Bilinmezlikler var içimde, paylaşmayı sevmediğim, kutularından çıkarmaya kıyamadığım, koklanınca solacağını hissettiğim çiçeklerim, susmayan şelalelerim, bazen durgun nehirlerim, ama en çok da kocaman, bir umman boyu deryalarım var nehirlerimin, şelalelerimin döküldüğü. Beni ister masmavi bir deryaya, ister yapraklarında gümüşi inciler taşıyan bir çiçeğe, ister bir su damlasına sor.
Hüzünler çiziyorum bulduğum her kağıt parçasına, resmettiğim her acıyı tarifsiz koyuşum mümkünatı ve üç noktası olmayan bir yolun ilk adımını tattırıyor bana. Ve hep ardına saklanıyorum üzerime doğru koşan gözyaşı bulutlarından. Belki yağmurlarım hiç dinmeyecekler, susmayacaklar bu gece. Dönüp dönüp aynı yere gelmelerim, bir pergel boyu aşkı yaşayıp bir pergel boyunca hep aynı halkanın zinciri olmam, tarif etmek zorunda bırakıyor beni hayata dair. Kırık aynalarda puslu gölgeler ya da her gün yeniden kendi içime eğilmen, dönmelerimdir, her günü güneşin doğuşuyla başlatmak ve yine güneşi denizin gerisinde kalan ufuklarda saklayıp ertesi gün sakladığım yerden en güzel anılarımla geriye alışımdır hayat.
İlk yağmurun olayım, sürüklenesin benimle. Sonra bir deniz kabuğu ol. Bir deniz kabuğu olmak ve içimde yalnız dalgaların seslerini duymak, yalnızca dalgaların ruhunu titretişini, üşümelerimi, yalnız kalışlarını bile yalnızlığınla paylaşmak. Sesini saklamak, sakınmak yankısı içini acıtan her şeyden.
Ey akşam! Niye azalırsın her gün, dakika dakika, tek tek? Ya sen azalırsın da beni niye sürüklersin en azgın nehirler gibi ardın sıra!
Ey okur! Sorma kendine ne anlatır bu kız, bu yazıda? Bulamazsın ki her ne şekilde olsan da. Anlatamadıklarım, içimde kalanlar, eskilerim var yenilerimle bu kağıda işlenen her harfte. Tutabilirsen tut içlerinden birini, sarıl benim sarılmadığım ve sevmediğim kadar.

6 Kasım 2009 Cuma

Söz Kalmayınca

Bazen anlamlı bir bakış, bazen hüzünlü bir dalış bazen de ansız bir gülümsemeyle başlar susarak konuşmak. Aynı anda aynı sözcükler uçuşurken dudak kenarında birden susuvermek. Anlatılacak onca şey varken…
‘Aşktan yana çok yorgunum’ dedi kadın.
Gülümseyerek ‘ben de’ dedi ve sustu adam.
İlk susuşları böyle başladı işte kadınla adamın…
Oysa tanıştıkları gün dudağıma kocaman bir karanfil kondu bu gece, demişti adam. Kadının dudağına konan kocaman öteki karanfilden habersiz… Çünkü; benim de, diyememişti kadın.
Söz bitmişti!
Sonra adam ‘ay değiyor yüzüne farkında mısın?’ diye sordu mısralarında kadına… Kadın cevap veremedi ‘farkındayım’ bile diyemedi.
Sustular…
Baharı müjdeleyen bir akşamüstünün ılık esintisiyle yan yana yürüdüler uzun uzun…Yol boyunca karıştıkları kalabalığı izlediler. Sessizliklerini bölemeyen kalabalığı…Bankta oturup ağlayan kadını aynı anda fark ettiler mesela ve aynı anda gülümseyerek yine sustular.
Susmak, belki de kalplerin hiç durmadan konuşmasıydı…
Susmak, belki de adı konmamış bir aşktı…

5 Kasım 2009 Perşembe

Yalnızlığım

Yalnızlığım, karanlık boşluğum...
Yalnızlık hakkında ne çok yazı, ne çok şiir yazılmıştır kim bilir geçmişten bugüne... Farklı kalemler aynı duyguyu, yüreklerinin en derininden gelen sözcüklerle tanımlamışlar için için yanarak...
İlk kez yazıyorum yalnızlık hakkında. Çünkü ilk kez bu kadar yalnız ve terkedilmiş hissediyorum kendimi... 27 yıllık hayatımın içindeki en yalnız, en ıssız dönem bu... Bundan önce “yalnızım” dediğim anlar hayatımın en çoğul dönemleriymiş de ben adına yalnızlık demişim. Nasıl da yanılmışım!
Çevremdeki hiç kimse farketmiyor uslanmaz bir yalnızlık içimde olduğumu... Herkes kendisiyle ilgili artık... Şimdi anlıyorum yalnızlık paylaşılmaz diyenleri, doğruymuş, paylaşılmıyormuş... Yalnızlığın kimsenin duyamayacağı sessiz çığlıkları varmış yürekleri sızlatan... Ben yalnızlığı kendine kalmak sanırdım eskiden, değilmiş. Yalnızlık hayat denilen çemberin dışında kalmakmış. Hayatı hep dışarıdan izlemek, içine girememekmiş. Öğrendim işte: yalnızlık bencil ve acımasızmış...
Yalnızlığım... Yani karanlık boşluğum... Herkesten uzak, kendimden bile... Yaralı ve incitilmiş bir yüreğim, bir de yalnızlığım var. “Başka?” diye sormayın. Başkası yok, başka hiçbir şeyim yok. Aslında bir de kalemim var, yaralı yüreğimi kağıtlara döktüğüm... Kalemim... Tek hazinem...
Git gide alışıyorum yalnızlığımla beraber yaşamaya... Ah nasıl da korkutuyor bu beni... Bu alışkanlık bir vazgeçilmezliğe dönüşür diye korkuyorum... Hep o karanlık boşluğumda kalırsam diye bin bir endişeyle savaşıyorum gece vakitlerinde... Yabanileşiyor, yabancılaşıyorum... Eskiden ilgilendiğim ne varsa artık yok! Yüreğimi paylaştığım kim varsa artık yok! Yalnızlık senfonileri dinliyorum. karanlık bir odada, mum ışığı eşliğinde... Her şeyden ve herkesten uzaklaşıyorum, uzaklaştıkça büyüyor yalnızlığım...O karanlık boşluğumda her gün biraz daha çaresiz kalıyorum ve her gün biraz daha tükeniyorum...
"Nasılsın?” diye soruyor birileri, laf olsun diye... Bende “iyiyim” diyorum ağız alışkanlığıyla... “Yalnızım” diyemiyorum... “Karanlık bir boşluktayım” diyemiyorum... Kelimeler suskunluğa boğuluyor, konuşamıyorum...
Yaralı ve incitilmiş yüreğim, yalnızlığım, kalemim...

Ve dilimde hep aynı şiir:

Sen olmadığın vakit büyük yalnızlığım var
Dalgaların kendilerini taştan taşa vurmaları,
Sonbahar yıldızlarının sessiz sedasız çırpınmaları
Biliyorsun, hani o
Rüzgarın gözüne bir yelken gibi açtığım,
İçim sıra vahşi bir kadın gibi taşıdığım,
Yalnızlığım...