25 Aralık 2010 Cumartesi

Duyuru!

Yazık bize!... Hangi arada bu kadar kirletildik? Ne oldu da yabancılaştık birbirimize? Fantastik filmlerdeki robot yaşamlara dönüştürülen benliklerimizde duygu kalmadı. Hepimiz birer sanal kukla olduk. Karşı komşuyu tanımazken paylaşım sitelerinde kabaran arkadaş listemizle gurur duyan zavallılar olduk. Unuttuk unutturulan kendimizi. Hayatımızı parmaklarımızın ucuna bağladık, tıklaya tıklaya yaşıyoruz. Nankörlük yapmak istemiyorum ama ben eski " bizi " arıyorum. Merak ettiğimiz arkadaşımızın sesini duymadan rahat etmeyen içimizi arıyorum. Aranılmak, anımsanmak güzel tabii. Ancak asıl güzellik bunu sanal platformdan realiteye çekmek. Birini sormak için bilgisayarını açmasını beklemeden kapısına gitmeli. Uzaktaysa telefonunu çevirmeli. Ne diyeyim, yeni arkadaşlık anlayışımızın vay haline...

İtiraf ediyorum; çok sıkıldım kendimden. Sahtekar tavırlarımdan en çok da. Kanlı canlı yaşıyorken "görünmez" pelerinimle insanlardan kaçıyor olmamdan nefret ediyorum. En çok da mutsuzluğuma çare bulmak istemeyişimden ürküyorum. Hiç aklıma gelmeyen olumsuzlukların tamamı beynimi oyuyor şu sıralar. Lanet olası bir hastalık sebep oldu tüm bunlara. Adını duymak yetti altüst olmama. Sessiz sedasız bir yolculuk hazırlığı başladı iç dünyamda. Her gün günlük tutuyorum. İçimden geldiği gibi yazıyorum. Denetimsiz, olabildiğince açık haykırıyorum. Tabii saklıyorum şimdilik. Tuhaftır; yazarken başa dönüp okuyorum giden birinin mektuplarını okur gibi. Hem tuhaf hem de komik galiba. Hani kendi yazdı, kendi oynadı hesabı benimki. Yabancı gözlerle okuyup geriye dönüyorum. Geri, aslında tam da şu an. Karışık oldu değil mi? Biliyorum. Zaten kendim de çok anlamış değilim durumu. Yormayın kendinizi. Anlaşılmaz hallerdeyim.

İşin aslı hiç de yazmak niyetinde değildim fakat öyle çok ileti birikti ki en iyisi buradan " iyiyim" demek gerektiğini düşündüm. Nasılsa buradan takip ediliyorum!

Kalın sağlıcakla..

Yalnızlık ne(reye) kadar?

Uzun zamandır bu huzuru arıyordum. Bir iç çekişlik kadar kısa da olsa, bunu bedenimde hissetmek ne hoş! Başını göğsüme yaslayan her yalnızlığı teselli etmek, yine sancılı yüreğime düşüyor. Her gidişin ardından boynuma sarılıp ağlayan yalnızlıkları avutmaktan bitkin düştüm. Başımı öne eğip, dizlerimin dibinde ağlayan yalnızlıkların gözlerine bakıyorum. “Kaç Sahra Çölü doldurur?” diye soracak olursan, ben bile bilmiyorum. Bir ömür dediğin yüzlerce Sahra Çölü dolusu yalnızlık ediyor. Her gidişin ardından dünyaya gelen yalnızlıkların boynuma sarıp ağlamasının nasıl bir duygu olduğunu sana anlatmak isterdim. Bir çığlık atsın şimdi ilkbahar ve bütün çiçekler yapraklarını döksün. En hüzünlü anlarını hatırlasın bulutlar ve benim gözyaşlarıma denk yağmurlarını indirsinler. Savurup atmak istiyorum içimdeki benleri. Nedenini sakın sorma! Sakın.
Senin yalnızlığın kaç Sahra Çölü dolduruyor? Hiç mi? Şimdi bir iç çekişlik kadar da olsa bir huzur istiyorum. Saniyelerin bedenimle uzun sürdüğünü, gecelerin sabahları getirmeyi unuttuğunu ve beni benimle bırakan sözlerin dizlerimde ağladığı günleri düşünecek olursak, bu huzur benim için çok önemli. Boylu boyuna uzan şimdi yatağıma. Sonra saçlarımı okşa. Gözlerime uzun uzun bakıp ‘ben hep yanımdayım’ yalanını söyle. Güneşin can yıkıcı ışıltıyla ayaklan ve bütün gece gözlerime bakarak söylediğin yalanları tekrarlayacağın başka bir hüzünlü beden ara. Sahi senin yalnızlığın kaç Sahra Çölü ediyor hâlâ söylemedin bana. Sahra Çölü’ndeki bir kum tanesi kadar mı yalnızlık yaşadın? Demek ki geriye kalan bütün kumların üzerindeki yalnızlıkların tek sahibi benim. Ve koca bir Sahra Çölü’ndeki tek bir kum kalmayıncaya kadar beni üzmeye devam etmişsin. Ve daha kaç Sahra Çölü dolusu yalnızlık evet yalnızlık var bedenimde. Bir gün deyip asla o günün gelmediği günleri yaşadıkça yalnızlaşıyorum. Sevdiklerime hep aynı şeyi söyledim. Bir gün mutlaka tekrar döneceğim derken, kendi yalnızlıklarımı oluşturduğumun farkına bile varmamışım. Hayatın saniyelik huzurlarının peşinden koşarken sürekliliği olan gerçek huzurları arkamda gözü yaşlı bırakmışım. Evet, gözü yaşlı yalnızlıkların tek nedeni kendi dünyamız değil mi?
Bir gün sen de bir iç çekişlik kadar kısa da olsa, o yalancı huzuru bedenimde hissetmek istiyorum diyeceksin.

Neden mi?

Ne önemi var ki!

Mevsim Gözyaşı

Gözyaşı mevsimini duydun mu?
Dağ yamaçlarında dolaşan ala geyiklerin hüzünlü bakışlarıyla başlar gözyaşı mevsimi.
Onun bir iklimi yoktur. Gözyaşı mevsimine herkes kendini hazır hissettiğinde girer. An olur gökyüzü seninle ağlar. Gün olur çiçekler senin için açar. Değişken havası olsa da bu mevsimin herkese hitap eden bir ruhu vardır. Mevsimin en güzel güllerini, kardelenlerini, lalelerini sen kendin yetiştirirsin.
Resim yapmak gibi bir duyguya sürükler seni renkler. Beyaz bir sayfada istediğin bir dağ köyü ise anında oluşur her şey. Yok, ben yüksek binaların içinde bahçesi olan küçük bir evde yaşamak istiyorum dersen oda olur. Ressam sensin neyi istiyorsan onu çiz. Kocamış ağaç gövdeleri, semaya yükselen dallarından sarı sonbaharı selamlar.
Herkese ayrılık mı hatırlatır bu mevsim? Ben mutluluğu tadıyorum nedense. Kızıl saçlı ağaçlar, rüzgârla raksa kalkmışçasına dans ediyor. Belki bu mevsimde çiçekler yok ama baharda tohumları atılan en güzel meyveler bu mevsimde ortaya çıkar. Gözyaşı mevsiminde ister mutluluğu tadarsın istersen de bütün kinini boşalttıktan sonra bedenini rahatlığın okşayan pamuksu dokunuşlarına bırakırsın. Umutsuzluk bulutları her daim dolaşır gökyüzünde. Sevgisizlik ve umutsuzluk elektrikleri bir araya geldiğinde ayrılık yağmurları yağmaya başlar. Düşen sadece yağmur değildir yeryüzüne. Bir rahatlamadır bu yağmurlar. İçin boşalır. Negatif duygular yerini sakinleşmeye bırakır. Aslında herkesin gözyaşı mevsimine ihtiyacı vardır. Kimileri bu mevsimi sık sık yaşar. Kimisi ihtiyaç duydukça iklimin rahatlatan havasına uğrar. Yağmurlar yağdıktan sonra coşmaya başlayan bir bahar seli oluşur. Gözyaşları her şeyin anası olan toprakla buluştuğu zaman yeni doğumlar başlar. Neye ihtiyacın varsa söyle toprak anaya onu doğursun senin için. Uzun zamandır gezemediğin kır çiçeklerinin içinde çıplak ayaklarınla dolaş. Yağmur sonrası bedenin biraz üşür ve seni ısıtan umutsuzluk bulutları dağılmaya başlayınca ortaya çıkan kış güneşi olur. Yakıcı ve göz yorucu ışıklarını terk eden güneş, ılık ve nemli rüzgârlar gibi tenini okşayarak merhaba der kalbine. Gözlerini kapatmak istemezsin o an.
Pembe, kırmızı, sarı, mor, eflatun, turuncu, beyaz ve gözlerin kadar güzel çiçekler yetiştirir toprak ana sana. Bazen çıkmak istemezsin gözyaşı mevsiminden ama yalnızlık insana mahsus değildir. Arka bahçende saklarsın gözyaşı mevsimini. Kapı komşundan, dostundan hatta bazen kendinden bile saklama ihtiyacı duyarsın.
Bülbülün aşk dolu şiiri büyüler seni. Mecnun çöllere düşmüştür Leyla’sı için. O an aklına düşer, hatırlarsın yaşanmış büyük aşk hikâyelerini. Aslında hepimiz biliriz. Leyla ile Mecnunu biz oluştururuz kafamızda. En büyük aşlar hep uzaklardadır bizim için. Ama yanılıyorsun. En büyük aşklar yüreğimizde ve yanı başımızdadır. Umutlar ve aşkları uzaklara hapsetmekten vazgeçmelisin.
Uzaklar gizemli olduğu için güzeldir. Ama en güzel duyguları yine ayrı kaldığımızda özlem duyduğumuz insanlarda ararız. Bu bazen annemiz, bazen kardeşimiz, bazen de bizim için çok değerli olan biri olabilir. Sevgiyi aslında biraz da ayrılıklar besler. Neyse, kısa bir süre sonra gözyaşı mevsiminden çıkarsın ve hayatın acımasız yüzüyle baş başa kalırsın. Peki ya hiç gözyaşı mevsimini yaşamayan var mıdır? Acaba umutsuzluk ve ayrılık yağmurları sonrası toprak ananın hediyesi olan kan kırmızısı gülleri hiç koklayamayan var mıdır? Olabilir. Değil mi? Daha henüz ağlamanın, paylaşmanın ne olduğunu bilmeyen insanlar olabilir. Birileri gösterseydi buraların kapısını onlar da biraz olsun mutlu olabilirlerdi. Bazıları diyor ki ‘böyle insanlara selam bile vermeyeceksin. Morali bozuksa senin de moralin bozulur boş ver hiç konuşma’ diyorlar. Peki ya aynı durumda sen olsaydın. Ve bir arkadaşın, ‘Ya şimdi bunun morali bozuk. Derdini dinleyip ben de moralimi bozmayayım.’ deyip geçip gitseydi yanından üzülmez miydin? Ben olsam üzülürdüm. Birinin gelip sana destek olması, bir sorunun olduğunda derdini dinlemesi çok güzel. Güzel olan aslında paylaşmak. Gözyaşı mevsimini yaşayan insanlar bu yüzden bu mevsimin bitmesini istemez. Çünkü orada istediği gibi umutsuzluklarını, ayrılıklarını gözyaşlarıyla döküp rahatlayabiliyor. En güzel duygularını hayal ederek yaşayabiliyor. Mevsimin bitmesi ise işin başka bir güzel yanı aslında. Çünkü özlem başlayacak. Özleyeceksin ve o günlerin o rahatlama mevsiminin tekrar gelmesini bekleyeceksin. Özlemek bile çok güzel duygular yaşatacak sana. İçin kıpır kıpır olacak. Bir mutluluk yaşayacaksın ama insanlara onu anlatamayacaksın. Anlatsan da kelimeler kifayetsiz kalır. Hissetmek daha güzel. Eğer kalbinde yeşermeler biterse gözyaşı mevsimi seni terk eder. Ölü toprağı ne kadar sularsan sula verim alamazsın. İnsan kalbi de öyledir. Sulanmanın yanında sevgi, ilgi, heyecan, mutluluk, aşk, hüzün, hasret, özlem, acı, umutsuzluk, ayrılık, gurbet, sıla hasreti ve yüreğimizi hoplatan yürek atışlarına ihtiyaç duyar. Kalbimiz acıyı da duymalı, mutluluğu da tatmalı. Her ikisini yaşamalı ki mutluluğun da acının da ne anlama geldiğini iyi bilmeli. Kalbimiz bazen yaramaz bir çocuk olur karşı çıkar bize. Laf dinlemez. Uslanmaz, arlanmaz bir kerata olur. Çayıra salınmış deli danalar gibi nereye koşturacağını bilemez. Kalp krizi geçireceğini sanırsın. Ama bu ilk heyecanların hevesidir. Her şeyden biraz olsun tatmak istersin. Tadarsın ama önemli olan ipin ucunu kaçırmamak. ‘Saldım çayıra Mevla kayıra’ hesabı, önü alınmaz bir çıkmaza sürükler insanı. Dengeyi sağlamayı bilmeli insan. Yıllar geçtikçe bu deli dolu günlere de özlem duyacaksın. Hayat her ne kadar çirkin yüzünü herkesten gizlese de. Köprünün altından akan sular bazen sel bazen berraklık sunacak sana. Önemli olan o köprünün seller sonrası da ayakta kalabilmesi, en kurak mevsimde de kendisine olan ihtiyacı karşılamasıdır. İnsanlar olaylara farklı yaklaşabilir ancak ortak noktada buluşulduğunda çok güzellikler yetişebilir. Şimdi güzel bir hikaye okumaya ne dersin, “Bir bilge kişi, çölde öğrencileriyle otururken şöyle demiş: ‘Gece ile gündüzü nasıl ayırt edersiniz? Tam olarak ne zaman karanlık başlar, ne zaman ortalık aydınlanır?’ Öğrencilerden biri; ‘Uzaktaki sürüye bakarım.’ demiş. ‘koyunu keçiden ayıramadığım zaman akşam olmuş demektir.’ Başka bir öğrenci söz almış ve ‘Hocam’ demiş. ‘İncir ağacını, zeytin ağacından ayırdığım zaman, anlarım ki sabah başlamıştır.’ Bilge kişi şöyle demiş: “Yürürken karşıma bir kadın çıktığında, güzel mi çirkin mi, siyah mı beyaz mı diye ayırmadan ona bacım diyebildiğimde ve yine yürürken önüme çıkan erkeği, zengin mi, yoksul mu diye bakmadan bildiğim de anlarım ki, sabah olmuştur. AYDINLIK başlamıştır…”
İnsanların birbirine sevgiyle ve hoşgörüyle baktığı bu anlayışı yakaladığımız zaman, dünyayı içine mahkum olduğu karanlıktan çıkarırız eminim. Karanlığa hapsedilen yüreklerimizin aydınlığa kavuşması yine bizim elimizde. Rahmetin, huzurun, rahatlığın, gül kokularının ve nurlu yüzlerin doğduğu günler uzak değil. Ayrımcılığın yapıldığı, sevginin arka bahçelere gömüldüğü, yetimlerin sahipsiz, sevenlerin sevgisiz bırakıldığı hayatta kim yaşamak ister. Ama insanlar böyle yaşamaya zorlanıyor san ki, gözyaşı mevsimini yaşamak zorlaşıyor. İnsanlar rutin hayatın zaman yutan hızına yetişememekten yakınıyor. Ne kendimize ne de sevdiklerimize zaman ayırabiliyoruz. Bunları da geçtik. Uykumuzda dahi sömürülmenin cehennem ateşini yaşıyoruz. Nasıl yaşadığımızı bilmediğimiz için gözyaşı mevsiminin geldiğini bile fark etmiyoruz. Evet beklenen günler çok uzakta değil. Yüreklerin bir attığı özlemler hayal değil. Sevgiyle beslenen dünya neden hep karanlık sulara yelken açtırılıyor. İnsanlar siyahın rengine bürünen denize düşmekte olan dünyada yaşamaya zorlanıyor. Hedef karanlık, su karanlık, bakışlar karanlık aydınlıklar siyaha boyanmış. İnsanların elinde ise tek bir umut kalmış. Bir gün! Sadece söylenen bu. Bırakın beni göz yaşlarımla yapayalnız kalayım.
Biliyorum bir gün dedikleri gün evet o gün bugün. Yarına hapsetmek istemiyorum umutlarımı. Bugün sevmek istiyorum. Bugün, aşk yaşamaya susamış bedenim. Bugün, hayallerimi gerçekleştirme günü. Bugün, gözyaşı mevsiminin iklimi. Bugün göz yaşlarımı dindirme zamanı. Bugün, seni seviyorum demenin tam sırası. Yarına ertelemeyeceğim sevmelerimi. Gözyaşı mevsimi bugün açıyor güneşlerini, evet senin için açıyor. Gökyüzüne bak, yüzlerce yıldız senin için yakılıyor. Sabah sadece senin için yeni doğumlar yapıyor. Çiçekler senin için en güzel kokularını saçıyor yeryüzüne. Dağlar sana güzel görünmek için yeşilin bin bir tonuna bürünüyor. Deniz en güzel maviliğin bakışlara hayran bırakan güzelliğini sana sunuyor. Daha kaç tane en güzel varsa bakışlarına sunulmaya devam ediyor. Bazen bakmakta yetmeyecek. Dokunup, o ıslaklığı, sıcaklığı, güzelliği ve mutluluğu hissetmek isteyeceksin. Evet senin en büyük özelliğin zaten bu. Hissetmek. Ruhsuz bedenlerin yapamadığı yetenek. Sevmesini bilmeyenlerin kıskanç gözlerle baktığı güzellik. Sadece sende var bu her şeye denk özellik. Hadi gözyaşı iklimine şimdi. Kimsenin yapamadığını yapmaya. Kinleri, nefretleri, umutsuzlukları, ihanetleri boşaltma mevsimi şimdi. İçindeki kirlilik döküldükçe toprağa, mutluluk güneşleri doğacak yeryüzüne. İçin içine sığmayacak. Mutluluğun ne demek olduğunu o zaman anlayacaksın. Evet sevgi nerede olursa olsun kendini hissettiriyor. Tabiî ki bunun anlamını bilenler için. Evet sen şanslı bir insansın. Çünkü seviliyor, seviyor ve hâlâ sevgi besliyorsun tıpkı benim gibi. Senin, benim gibi milyonlarca insan var. Ama uyandırılmaları gerekiyor. Sevgi daha fazla kırılmadan, aşk daha fazla maddeleşmeden, umut karşı köye göç etmeden ve içindeki elektrik bitmeden bunu yapmalısın. Ben hayata hiçbir zaman hoşçakal demedim. Bunu ne dostlarıma, ne sevdiklerime ve ne de şimdi sana söylüyorum. Hepinize birden her zaman dediğim sözü tekrar fısıldıyorum. Merhaba!

Zeki insan, aptal insan...

Zeki insan, aslen sınırlı ve hareket özürlü insandır. Çünkü zeki insan, düşünen insandır. Ve düşünen insan, nerede kime ne söylemesi gerektiğini bilen, dolayısı ile kendi özgür iradesiyle kendini gerekirse kısıtlayan, iç dünyasını ve iç gerçeğini biteviye dizginleyen, hatta baskılayan, yaşadığı durum ve koşullara uygun davranma gereksinimini benimsemiş insandır. Ancak beyninin dehlizlerinde dolaşan tilkiler, risk alarak ve cesaret göstererek, her şart ve durumda ille de ortaya çıkarılacaksa, zeki insan, bunun için de bir bedel ödeyen insandır. Bu bedel, yalnızlıktır.

Oysa aptal insanın sınırları yoktur. Aptallık, kan, ter ve gözyaşı gerektirmez. Aptallık sadece aptallıktır ve onu beslemek, büyütmek, her daim canlı, işlevsel kılmak adına kişinin özel bir emek sarf etmesi gerekmez. Aptalın hareket özrü yoktur ve bunun esas nedeni aptal olduğunu bilmemesi, bu bağlamda kendini sevmesi ve doğruyu yaptığına inanmasıdır. Zeki insan, yaşamının beyin süreçlerinde, kendini sıkça didiklerken, kendini eleştirir, doğruyu bulmak ve doğruyu yaşatmak adına kendi ruhuna olmayacak güçlükte görevler yüklerken; aptal insan, yüreğinde rahatlık, dudağında bir ıslık, yatağına gevşek bir üslupta yatar ve çoktan uyur. Zeki insan, ona verilmemiş olan sorumlulukları bile sırtlanmaya hazırken; aptal insan, kendi sorumluluğunu başkasına yüklemiş olmanın hınzır keyfi ile kendini çoktan akıllı addetmiştir bile.

İnsanlar, zekilere saygı duyar, ama onlardan bir o kadar da korkarlar. Sevgi ise, zeki insanın elde etmek için üzerinde çalışması gereken bir konudur. Sevgi içinde acıma da barındırır hafiften ve aptal insanlar bu nedenle kalabalıklar tarafından çok çabuk benimsenir ve kökü sığ da olsa, içi boş da olsa, genel anlamda çabucak sevilirler. Oysa zeki insan korkulandır çünkü düşünendir. Ve düşünce en güçlü yok edicidir. Düşünce, bütün dengeleri alt üst edebilen, çokça kabul edilmiş tüm kurum ve kurumsal var oluşu toptan tehdit edebilen, alışkanlıkları ve onların verdiği huzuru darmadağın edebilen güce sahiptir.

Zeki insan, düşünen insandır. Bu öylesi görkemli bir var oluş biçimi ve seçimidir ki, beyninin sıvısında, aynı konu veya yargının tam ters iki düşüncesi de aynı anda bulunabilir, elektrik akımlarının cızırtılı, yarı ıstıraplı gidiş gelişlerinde, bu iki düşünce birbirini sorgulayabilir ve düşünen zeki insan, sebep sonuç düzleminde, çözüm(ler)e ulaşabilir. Zeki insan, yorulan, terleyen ve bitendir. Aptal insan ise, aptallığın bencil mutluluğunda, yaşamsal hücrelerini sürekli yenileyendir.

Zekanın kısıtlayıcı ve yorucu, aptallığın ise sonsuz mutluluğa endeksli oluşu aslen çok basit bir nedenle açıklanabilir. Zeki insan, her aldığı kararda ve attığı her adımda bir aptallık ararken, aptal insan aynı durumlarda kendini çok zeki sanandır.

Ben zekiyim…

Ben buyum, bu benim...

Hangi kitabım kitaplığın neresinde, kalemim hangi cebimde, sevdiklerimden gelen mektupların dosyası odamın neresinde, hiçbir zaman takmadığım takılarım odamdaki çekmecelerin hangisinde,hangi kutunun içinde, yerli yersiz yazdığım yazılardan yaptığım arşiv odamın neresinde olduğunu ezbere bilmekten bıktım artık...

Kimlerle neyi nasıl konuşmam gerektiğini, hangi işi ne zaman yapacağımı önceden düşünmek zorunda olmaktan bıktım.

başkalarını mutluluğa kavuşturacağım diye büyük bir sevgiyle çalışıp didinmekten, sevdiklerimin, değer verdiklerimin uğruna kendime sevimsiz olmaktan, sevgimi yitirmemek adına hep vermekten, sürekli kendimden bir şeyler vermekten, kendimi vermekten bıktım artık...

Hiç durmadan kendi üzerime gelmekten, bir gözümle diğer gözümü görmek için uğraşmaktan bıktım...

Bir dakika durup dinlenmeden, bir oyun hamuru gibi kendi kendimi yapmaktan, yapıp bozmaktan bozup tekrar yapmaktan bıktım...

"İşte bu benim!" diyememekten, ben olmayan başka biri olmaktan, değer verdiklerim uğruna kendimi harcamaktan bıktım artık..

Hep verip hiç alamamaktan bıktım!

Bütün yaşamımca sevmek için, sevilmek için çabaladım sürekli... Sevdim ama sevilemedim...

Uyanıklıktan uykuya geçerken, uykuyla uykusuzluk arasında, insan ayağı kaymış daboşlukta kalmış gibi olur da, bir tepkiyle sıçrayıverir.Bu sıçrayış bir saniye bile sürmez.

En yakınlarım yabancı olup çıktılar. Yabancı bile değil, düşman. Düşman bile değil. Bilinçsizcesine, kendilerinin düşman olduklarını, düşmanlık ettiklerini bile bilmeyen düşmanlarım. Ben onları yaşatmaya çalıştıkça, onlar beni öldürmeye uğraşıyor. Ben onları var etmeye çabaladıkça, onlar beni yok etmeye çalışıyor. Üstelik bütün bunları da bilmiyorlar...

Namuslu olmanın acısı bu...

Bütün bu bıktıklarımdan kurtulamayacağımı ise adım gibi biliyorum...

Kurtulamayacağım!

Bu bütün bıktıklarım ben'im, kendimim.

Ben buyum...

10 Aralık 2010 Cuma

Anlayabilecek Dostlara...

Zaman zaman hepimizin yalnızlıktan şikayetçi olduğu olmuştur. Böyle zamanlarda derdimizi kimselerle paylaşamayacağımızı düşünürüz. Üstelik de kendimize yakın sandığımız insanlara bile ulaşamayacak gibi görünmemiz moralimizi daha da bozar. Bunu fark ettikten sonra kalabalıklar içinde kendimizi daha da yalnız hissederiz.

Kavramlar kelimelere giydirdiğimiz kişisel manalar olduğuna göre dostluk herbirimizde farklı yorumlanacaktır. Bence, dostluk; bir insanın hayatında sayılı yakalayabileceği çok özel bir ilişkidir. Dostumdan gerektiğinde konuşmamıza gerek kalmayacak kadar beni tanımasını, tanımaya çalışmasını isterim. Kendime, çevreme ve insanlara gören gözlerle bakabilmemde yardımcı olmalı. Benim onu anlayabilmek için duyduğum endişeyi onda da görmek isterim. Onun yanında hiçbir endişe duymadan tüm sosyal maskelerimden arınmış olabilmeliyim. Bilmeliyim ki o, her zaman orada ve hazır. Çok şey mi bekliyorum? Neden olmasın? Çok ta zor değil, biraz anlayış, önyargılardan sıyrılma ve iyi niyet yeterli. Bana göre arkadaşla dost arasında çok kesin bir sınır var. Arkadaşlarımızla konuşuruz ama dostlarımızla paylaşırız. Çoğu insan için dostluğun o kadar da önemli olmaması ne kötü. Oysa ki dostluk insan ömründe, aileden sonra en önemli ilişki değil midir? Aileniz sizi hayatları boyunca kayıtsız şartsız sevecek olanlardır. Onlar doğumunuzdan itibaren yanınızda olduklarından, gelişiminize tanık olmuşlardır, yanlışlarınıza, çocukluklarınıza, şımarıklıklarınıza tanık olduklarından diğer insanlardan farklı bir gözle bakarlar size. Aslında bu durum sizi siz olarak görüp, kabullenmelerini güçleştirir. Onları asla kaybetmeyecek olmanın bu ilişkiye kattığı pervasızlık da unutulmamalı. Aslında tüm bunlardır aileyi bu kadar özel kılan. Oysa, diğer ilişkiler böyle midir ya? Orada kabul edilmeme uğruna ikiyüzlülükleri, olmadığımız gibi davranmaların bize verdiği tüm rahatsızlıkları göze alırız. Gerçek benliğimizi daima saklarız. Sahte benliğimizin kabul görmeme ihtimali, gerçek benliğin reddinden daha az rahatsız edicidir çünkü. Bu uğurda hiç katılmadığımız fikirleri benimsemiş görünürüz, espri anlayışımıza uymayan şakalara katlanmak bir yana hoşlanıyor görünürüz. Çevremize öyle yabancılaşırız ki "en iyi arkadaşım" diyeceğiniz kişi sizin gerçekte ne kadar hassas olduğunuzu, bir zamanlar çok güzel yağlı boya tablolar yaptığınızı ve onun konuşurken sık sık duraksamalarının sizi ne kadar rahatsız ettiğini asla öğrenemez. Arkadaşlar sıkıntınızı atabileceğiniz boş vakitleri geçirme araçları değillerdir. Onlar bizim gelişmemize çok büyük yararları dokunabilecek eşsiz ilişkilerdir. Hayatı beraber öğrenebiliriz, çirkinliklerin beraber farkına varıp, hayal kırıklıklarımızı paylaşabiliriz. Kendimizi, hayatı, insanları ve ilişkileri anlamlandırmada, bizi sonuna kadar dinleyerek, anlamaya çalışarak, kendi gözlemlerini aktararak ve onların gerçek benliklerini görmemize izin vererek en büyük iyiliği dostlarımız yapar.

Birçok insan anlaşılmamaktan şikayetçi. Oysa bundan yakınmaya hiç de hakları yok bence. O ana kadar çevresindekileri bilinçli ya da bilinçsizce gerçek benliğini saklayarak yanıltan kendisidir çünkü. Hassas ve alıngan biri olduğunu hep gizlemiştir. Ağlamanın utanç verici bir zayıflık olduğunu düşünmüş, duygularını dışa vurmamaya azami çaba göstermiştir. Buna rağmen nasıl olup da çevresindekilerin onun hassaslığını fark etmediklerine şaşırır. Söyler misiniz, siz büyük titizlikle kendinizi saklarken, herşeye rağmen gerçek benliğinizin görülmesini mi bekliyorsunuz? Anlaşılmak mı istiyorsunuz? Anlatmaya çalışın. Kendiniz gibi olmaya mı dayanamıyorsunuz? Oysa ki kendiliğinden olmak onca sıkıntı çekmekten çok daha kolaydır, inanın bana. Tüm duygular insan için değil mi? Her şeye rağmen ayakta kalabilen, demir gibi sağlam rolü oynarsanız yanında sızlanacağınız birini bulamadığınızda, insanlar sizi ciddiye almadığında dert yanmaya hiç mi hiç hakkınız yok. Çünkü siz her zaman güçlü ve umursamazdınız. Ağlamak alçaltıcıdır öyle mi? Gözyaşlarımı kimse görmemeli mi? Nedenmiş o? Ayıp olan duygulanmış olmam mı, yoksa gözyaşı bezlerimin faaliyete geçmiş olması mı?

Özgürlük istiyorum. Yalancı tebessümlerden, gerçekten nasıl olduğumla ilgilenmediği halde formalite icabı hatır sormalardan, çok kötü olduğum bir gün bu formalitenen devamı olarak "iyiyim, teşekkür ederim" demek zorunda bırakılışımdan ve tüm gerekliliklerden nefret ediyorum. İstediğim fazla birşey değil ki. Moralim bozuk olduğunda, hiçbir şey yokmuş gibi davranmak yerine kabalıkla suçlanmadan özgürce somurtabilmek istiyorum. Bu özgürlük başkalarının sınırlarında durmasını bilecek ancak kendi sınırlarını da sonuna kadar kullanacak bir özgürlür olacaktır. İlişkilerimizdeki değer yargılarını bir kez daha gözden geçirmeye ne dersiniz?

Kendimizin önemini ne zaman anlayacağız? Benliğimizi kabullenmeyi ne zaman öğreneceğiz? Ne zaman yapacağımız en iyi şeyin kendimizi kendi çerçevemizde değerlendirip, iyiye güzele doğru değiştirmek olduğunu anlayacağız? Keşke başkalarını tenkid ettiğimizin yarısı kadar projektörlerimizi kendimize çevirsek. Başkalarını değiştirmek için harcadığımız çabanın birazını kendimiz için harcasak. İşe de önce başkalarının bizi kabullenmesini beklemek yerine, kendimizi kabullenerek başlasak. Anlaşılmak için geçirdiğimiz zamanın çoğunu başkalarını anlamak için harcamalıyız.

Kimse birbiriyle derinlemesine ilgilenmiyor. Hayatı yüzeyel yaşamak istiyorsanız, tüm rol yapmaları, yapmacıklıkları ve sıradan ilişkileri kanıksamış olabilirsiniz. Ama ben o maskenin altındaki sizi görmek istiyorum. İnsanca şeyler istiyorum.

16 Haziran 2010 Çarşamba

Umudumu Zaman Yırttı!

Gidişinle yağmurları kirlendi gökyüzünün.. O karanlık, kirli bulutlar hep tepemde dolaşır oldu.
Şiirler okunmaz, resimler yapılmaz oldu. Bol bol kirli yağmurlar yağdı ve o yağmurların soluk, kokusuz çiçekleri doğdu.
Hem arılar da bal yapamaz artık. Ne yapsınlar kokusuz çiçekleri?
Senden sonra ne Ay ne de Güneş aynı parıltıyla ışıldadı. Karıncalar yuvalarının yolunu unuttu.
Gecenin tüm yıldızları tek tek kaydı.Daha bir karanlık, daha bir ürkütücü oldu geceler.
Yokluğun hayata bir zehir gibi işledi. Akrep yelkovana naz yaparken, zaman kaplumbağaya imrendi. Senin şehrine uzak bu şehre, depremler uğradı. Taş taş üstünde bırakmadı. Bizi bu şehir bile saklamadı. Her yanımız yaprak döktü.
Renkler tüm şenliğini yitirdi. Işık sadece siyah için kırıldı. Mor… Zavallı mor en direnen renkti.
Denizlerden yakamozlar silindi tek tek. Kayıp küçük balıklar karaya vurdu. Rüyalar kâbuslarla anlaştı.
Ya hepsi ya da hiç biri olmaktı isteğim. Sen tek kalem hamlesiyle, hiç birini işaretledin. Diline yalanlar dolansın diye dua ederken, diline yılanları doladın. Ardından hayat asi bir nehre döndü. Peşinde sürüklenmekten, yorulup, iz yanıldım. Karanlığın içinde yok oldun(m). Kumdan kalelerimiz savurdu en serseri rüzgâr. Tüm güçlü görünüşümün aksine, şımarık bir çocuk gibi ağladım. Acımasızlığına, bizi dün ilan etmene ağladım. Ağladığım için de ağladım. Bana kabullenmek düştü. Sana ise iki ayrı hayatı düğümleyememek. Ağladım. Durup dururken ağladım. Durup durup ağladım. Durmaksızın ağladım.
Oto çöpe, vara yoğa ağladım. Bahaneler yaratıp bahanelere de ağladım. Kadere yazdığım hüzne ağladım. Soluk çiçeklere ağladım. Herkes için, her şey için tek tek ağladım.
Nasılsın, iyi misin demek, istedim. Geç kalmışlık hissi izin vermedi, diyemedim. Oysaki tek kelime yalın ayak geliş demekti. Diyemedim...
Yerine bol bol ağladım. Kendime saklandım. Kendimi saklayamaz oldum. Bir yanım çığlık çığlıya iken, sustum. ‘Seni çok özledim ‘ demek istedim. Boğazım düğümlendi, sözlerim kayboldu, dilim tutuldu, diyemedim. Oysaki tek bir söz rüzgâr gibi geliş demekti. Sarardık, solduk ama yine bekledim. Umutla bekledim, özledim demeni bekledim, nasılsın demeni bekledim. Beklemek zor değildi de, "Umudu zaman yırttı."