17 Kasım 2012 Cumartesi

Kendi İçinde Kaybolmak!...

Hayatından esirgediğin her şeyi; özgürlüğünü, cesaretini, kendini hep bir başka hayata ertelemekle uğraşırken sessizliği çözen yeni bir kalp atışıyla uyandı gerçekler uykusundan. Bu umutsuzluk: Gerekçesi olmadan geç kalmasıydı yaşamın anlamının.

Düşlerime dar ettiğin bu tek kişilik yatak daha kaç uykusuz geceye razı olacaktı; hangi gidişin gözlerimde ağlayabilir artık; kaç yarın geçmeden seni bekleyebilir damarlarımda ve daha kaç kelime boyun eğmeliydi yüreğimden damıttığım bu acılara? Sana kendini koru diye verdiğim silahla vurmaya kalkıştın beni; üç kelimeyle, üç kurşun sıkar şekilde... Bir başkasıyla değil, aslında kendinle ihanet ettin sen bana… Keşke affedebilseydim seni!

Aşka zamanın yoktu, ne de cesaretin. Her seferinde bir tek bana dönebileceğini bilerek gittin. Ama bu son gidiş, son atlayışın içindeki derin boşluğa; ellerini uzatsan da, görmeyeceğim! Şimdi yok değil hiç’sin! Söz dizimlerine sığmadı affın, yüreğine de, temiz tutmayı beceremediğin geçmişimize de… Alınacak tek bir nefes bile kalmadı düşlenen çalıntı mutluluklardan. Sen bir puzzle’ın kayıp parçası olmayı seçtin... Keşke içimdeki çocuğun oyun arkadaşı olarak kalmayı becerebilseydin.

Biz seninle konuşurduk… Bazen bir tek beden, tek bir ruh gibi; bazen herkes ve her şey adına bir tek cümleyle, saklamadan ve saklanmadan kendinden ve yaşananlardan... Kendimizi anlattığımızı düşünürken, aslında kendimizi anladığımızı fark ederek konuşurduk. Hatırla, ne çok gülerdik. Sen, çok içerdin bütün o büyümeyen erkek çocukları gibi.. Bir de martılar vardı ve benim seni bile sinir eden şu kahve muhabbetlerim...
Konuşmak… çıplak, kendiliğinden… Seninle bir tek, ama hayatla baş başa kalınca en çok, bunu özleyeceğim! Olsun…

Senden nefret etmeden ölmek ist(em)iyorum; sakın dönme!