31 Aralık 2016 Cumartesi

Aşkımın Karşı Yakası

Gündüzü ayrı, gecesi ayrı güzelliklerde manzaralar veren karşı yakası vardı aşkımın. Hayatım boyunca hep karşımda oldu. Orada olmayı, orada yaşamayı hak etmeme karşılık, hiçbir zaman ulaşamayacağımı düşündüğüm hayat tablosu gibiydi aşkımın karşı yakası...

İki yakada yaşanan iki ayrı hayat vardı. Hayatı yaşadığın yakasından, diğer yakaya bakmak özlemle. Özlemine yenik düşüp, iki yaka arasındaki akıntıda boğulmayı göze alarak, aşkının karşı yakasına ulaşmayı düşünmek defalarca. Boğulmaktan değil ama aşkının karşı yakasına varsan bile kovulmaktan korkup olduğun yakada kalmak...


Ruhuna uzaktan bakmak gibi. Ruhunun olması gerektiği yerde olduğunu bilip, bedeni ruhunun olduğu yere atamamak gibi. Aşkı zindanlara hapsetmek gibi. O'na ruhunla dokunmak, O'nu ruhunla görmek gibi yıllarca. Ruhun aşkının karşı yakasında O'nun bedeninde barınırken; olduğum yakada korumasız, barınaksız kalmak gibi. Olduğum yakadaki hiçbir şeye ruh katamamak gibi. Ruh bedende olmalı ki; yaptığın her şey, yaşadığın her an gerçeklik kazansın.

O'na ruhun kadar yakınken, O'ndan diyar diyar uzak kalmak gibi.


Ruhsuz yaşadığın cesedinle yaşadığın yakadan sadece aşkının karşı yakasına, ruhuna, O'na bir adım daha yakın olabilmek için kurduğun derme çatma bir iskele. İskelenin en uç noktasından, altından geçen akıntının o derme çatma inşa ettiğin iskeleyi seninle birlikte alıp götürme ihtimaline rağmen, seyretmek aşkının karşı yakasınıher gün. Seyrederken bir küçük iskele de karşı yakanın sahilinde görmek. Hem de tam kurduğum iskelenin hizasında. Acaba benim için mi diye düşünerek; önce sağlamlaştırıp iskeleyi, sonra iki adım daha uzatırsın karşı yakasına doğru aşkının. Bakarsın ki; O da uzatmış iskelesini. Böylece başlar köprü inşaatının ilk metreleri. Dünyanın en sağlam, en heybetli, en güzel köprüsü tam ortada birleşir. Aşkın iki yakasında yaşanan iki ayrı hayat tek hayat olma yolunda ilerliyordur. Aşk bulmuştur yolunu. Ruhum bedenini, bedenim olması gerektiği yeri bulmuştur.


Yılların, yıllar içindeki mücadelenin yıpranmışlığı, hayat içindeki aslında hiç te yük olarak taşınmasına gerek olmayan ağırlıkları sırtlanmışlığın yorgunluğunu gördük birbirimizde. Hayatın hammallığını yapacak biri değildi benim aşkım. O çok özeldi ve hayatı da özel olmalıydı. Gereksiz yüklerden kurtulmalıydı. Bana her sözü yükümü hafifletirken, hafiflediğim kadar O'nun yüküne ortak olmalıydım. Başka türlü O'nu yüklerinden kurtaramazdım. Zordu, çok zordu içinde ben geçen geçmişin olumsuzluklarını yok etmek, yok ettiklerinin yerine olumlu bir ben yerleştirmek. Öfkeliydi, geçmişte öfkeyle yaptıklarına, yenilerini bile ekleyebilirdi. Benim de ona duyduğum öfkelerim vardı ama sabır öfkemin panzehiri olmalıydı.


Hani demiştim ya: Dört ana renk verilmiştir sana, koskoca hayatı o dört renge sığdıramazsın ama. Hayat renklerini bulmalısın. Siyahı sabırla karıştırabilirsin mesela...

Hayat kadrajında gelememiştik yan yana. Aynı kadrajda yer bulup, hayat deklanşörüne basarak, ölümsüzleştirememiştik bir fotoğrafla. Şimdi aynı kadrajdaydık o hayat köprüsü üzerinde. Ama ne zaman deklanşöre basmaya kalksam; fotoğrafın arka fonuna ya onun yakası yansıyordu, ya da benim. Fotoğraftaki tüm fonların bize ait olduğu bir manzarayı arkamıza alıp, defalarca deklanşöre basabilecek miyiz acaba? Aşk imkansızı isteme, imkansızı seçme ve imkansızı gerçekleştirme konusunda uzmandır. Biz dediğimiz ve aynı kadrajda yaşadığımız o hayat köprüsünün varlığı bile gerçekleşen bir imkansızlık abidesi gibi varolmuş ise; deklanşöre basma cesaretini gösterebileceğimiz bir dünyanın, muhteşem arka fonlarının önünde resmederek ölümsüzleştirebiliriz aşkımızı. Aslında bu; zaten ölümsüz olanı ilan etmektir tüm dünyaya...


Aşkın karşı yakası:

İki yaka arasında boğazdan geçecek doğru gemiye binip imkansızı başarabileceğimiz bir hayat var önümüzde.


Tarihi açık biletim cebimde, tarihi atacak kalemse senin elinde.


Ne duruyorsun şimdi? Söylesene sevgiyi, kurtul artık korkularından. Üzülmekse mesele bugüne üzülerek ve kırılarak geldik zaten...

20 Aralık 2016 Salı

Geç Kalmaya Az Kala...

Geç kalıyoruz her şeye...
Zaman geçiyor. Büyüdükçe büyüyor ve anlamını yitiriyor suskunluğu gecelerin. Cümleler tükendikçe daha çok tükeniyorum. Adına aşk diye anlam koyduğum o yanılsama, susuyoruz kelimeler kayboluyor sonunda, susuyoruz ve suskunluk kocaman duvarlar örüyor aramıza...

Bir film karesine sığdırmaya çalışıyoruz yaşadıklarımızı. Aynı koltukta oturduğumuzu düşünüyor, aynı hayatta bambaşka uçlarda yaşıyoruz. Gözlerimde film için biriktirdiğimi sandığım oysa kendim için sakladığım gözyaşlarımı döküyorum ve sadece yutkunma seslerim yankılanıyor boş odada. 
Kız ben oluyorum, oğlan da sen. Yeni yetme bir aşkı yaşıyoruz kahramanların kendi dünyasında. Tebessümlerime sadece gece tanık oluyor ve kalp çarpıntılarım, içimizde yol buluyor kendine. Susuyoruz çünkü ayrı dünyalarda ayrı karakterlerin hayatlarını, aşklarını yaşıyoruz. 
Mutlu olmayı, aşkı sadece o film karelerinde yaşadığımızı biliyor, her şeyden soyutlanıyoruz. Kız ve oğlan yaklaşıyor birbirine ama biz uzaklaşıyoruz. 
Film bitiyor ve işte o zaman gerçek başlıyor...

Konuşamıyoruz, hep veren taraf olmaktan yorulduğumu hissediyorum sadece. Ben böyleyim demek sadece işin kolayına kaçmak. Sevgi böyle bir şey değil. Benim sevgime karşılık hissedilenin sevgi olmadığını üzülerek görüyorum.
Kendinizi hayatın üçüncü basamağında görüp karşınızdaki beşinci basamağa çıkardığınızda başlıyor kırgınlıklarınız... Onun gözünde henüz ikinci basamağa çıkmayı başaramadınız oysa ki...  Bu kırgınlıkla her gün bir adım daha uzaklaşıyorum, belki de onun istediği gibi oluyor her şey... 
Her gün sevgimin daha çok büyümesi gerekirken günden güne eridiğimi hissediyorum.

İçimdeki sesin 'bizden geçti' diyen alaycı cümlesi yankılanıyor kulaklarımda. İçimde kocaman bir boşluk olduğunu o anda anlıyorum aslında, duvarların ne denli kalın olduğunu ve ne kadar yaşamayı hayal edersek edelim aşk diye bir duygunun aslında hiç olmadığını anlıyorum.
Sonra geç kalıyoruz yaşanacaklara, adını bizden geçti koyuyoruz. 
Geç kalıyoruz, güneş ısıtırken yeryüzünü biz kuytulara gömülüyor ve o sıradan, anlamsız repliği tekrarlıyoruz; 

Geç mi kaldık? Keşke biraz daha erken çıksaydık yola. Biraz önce güneş vardı havada şimdi yok...

Geç kalındığında anlaşılmaz dilerim bu sevgi ve değer...

15 Aralık 2016 Perşembe

Olmuyorsa Zorlamayacaksın

Olsun istersin…
Hatta olsun diye yapılması gerekenden daha da fazla üstelersin.
Aşktır ; değer verirsin, ödün verirsin, sevgiden de öte saygı gösterirsin, olmayacak kaç şey varsa bir araya bile getirirsin… Bakarsın, ne anlattığını anlayabilmiş; ne de çözüm için bir şeyler yapma gayretinde.
İştir ; sabahlarsın, “olsun” diye ailenden çaldığın zamanı oraya verirsin…
Dosttur ; hayatta kimseyi dinlemediğin kadar dinler, kendine ayırmadığın onca şeyi “O’na” ayırmaya çalışırsın… Sonra olayın içinden kendini çıkartır şöyle karşıdan yaptıklarına bir bakarsın… Bakarsın ki her şey başladığın gibi!
Olmuyorsa, olmuyordur!
Gönlün rahat mı?
Elinden geleni yaptın mı?
Cidden olmuyorsa zorlamayacaksın…

Can Yücel

Can Yücel çok güzel ifade etmiş aslında bunun üzerine bana çok yazmak düşmez.
Işıklar içinde yatsın...
Söylenecek benim de kendi payıma düşenler var.
Öncelikleri bellidir insanın. Sevdikleri, değer verdikleri öncelik kısmında bir adım öndedir her zaman...
"En güvendiği kimdir insanın?" diye soruyorum kendime...
Bence kendi olmalıdır. Çünkü kendi kendini kandıramaz insan. Kendine dürüsttür her şeyden önce, dürüst olmalıdır insan olabilmek için. Başkaları onu kandırır, güvenini kötüye kullanır, ama insan bunu kendine yapamaz.
Bilirim kendim, değerimi, nelerden vazgeçebileceğimi, zamanımı, varsa paramı...
En çok ve de en önce de sevgimi koşulsuz paylaşacağımı bilirim. 
Hepsini de tükenmedikçe paylaşırım değer verdiklerimle. Paylaştıkça ben daha da çoğaldığımı hissederim gönülden.
Ama bazen bazı şeyler olur; karşılaştıklarım, hak etmez paylaştıklarımı…
İşte o zaman çok yaralanırım hele de dönüp kendini sorgulamıyorsa insan... Verdikçe çoğalırsın ama hep verip hiç alamamak ya da zorlayarak almaya çalışmak yorar insanı. 
İşte şu an o kötü durumdayım. Hep gülerek hep veriyorum ama bir gün yorulacağımı biliyorum ve bilerek yapıyorum. Her gün sevgimden biraz daha tüketiyorum belki de farkında olmadan. 
Hayatım boyunca hoşlanmadım yaşadığım güzellikleri tüketerek azaltmaktan ama olmayınca olmuyor işte. Kaybetmemek için yapıyorsun her gün kendinden vererek ve verecek bir şey kalmadığında hüzünle dönüyorsun geriye...

Umarım kötü sonuçlanmaz ve elimden geleni yaptığım için pişman olmayan bir düşünce içinde olmam dilerim...


28 Nisan 2016 Perşembe

Büyüdük!

Kahkahalarınız acımıza battığında anlıyoruz büyüdüğümüzü…
Gecenin köründe bölünüyorsa uykularımız, gözlerimizi açmak bu kadar korkutuyorsa eğer can yakan bir şeyler vardı demek ki. Gök gürültüsünden korkan çocuklardık biz. Hangi arada bu acıları sığdırdık kalbimize?

Eskiden ağaca tırmanırdık, yakar top oynardık, ip atlardık. Oğlanlar çember çevirirdi, kızların bebekleri bezdendi. Komşuda pişen, bize de düşerdi, bizde pişen de komşuya. Takvim arkaları okunurdu, radyo dinlenirdi… Soba yakılır, merdiven çıkılır, yönetici seçilmezdi, aidat ödemezdi. Annelerimiz biraz fazla güldüklerinde ellerinin tersiyle gözlerini siler, of çok güldük, ağlayacağız derlerdi. Keşke bizler de onlar gibi gülebilsek şimdi...

Şimdi
Büyük balığın küçük balığı yuttuğu, bir kovalamaca, bir yarış içindeyiz.  Tüm mavi duygular unutulmuş,  hırslar, nefret ve tüm kabus duygularla yoğrulmuş, bakışlar lanetli, dost dediklerimiz ise fazlasıyla kurnaz…
Şimdi herkes yorgun ve tek başına
Şimdi gülen yok...
Aşklar, küçüklü büyüklü makinelerde oynanılan, bir iki günlük, bilemedin bir kaç aylık bir oyun. İstediğin an görebileceğin özlemin, hasretin olmadığı bir komedi…

Küçükken yorganın altına saklandığımızda güvende hissederdik kendimizi. Peki ya şimdi…
Örtüyü çekince kafamıza kadar geçiyor mu acılar? Çocuktuk, güzeldik o zamanlar. Sadece alınmayan şeker, oyuncak için akardı tuzlu gözyaşlarımız. Ve hep sadece dizimiz kanar sanıyorduk o zamanlar. Büyüdük, öğrendik kanayan yerlerin sadece dizlerimiz olmadığını.
Kalp de kanayabiliyormuş…
O yarayı öpen olmayınca haliyle geçmesi de zor oluyormuş.
Büyüdük…
Artık o çizgi filmlerdeki rengarenk dünya yok etrafımızda.
Artık her şey siyah… Olabildiğince “siyah”

Sonuç mu..?
Aynada bakabiliriz içimizdeki boşluğun yansımasına...

11 Ocak 2016 Pazartesi

Sahte Hayatlar

Dün akşam geç saatlere kadar uyuyamadım. Hatta hiç uyumadım desem yeridir. Olanları düşündüm, sonra da insanlara bu kadar değer verip samimiyetlerine inandığım için kendime kızdım bir kez daha.
Sadece cümlelerini süslemek amacıyla “canım” diyen insanların olduğu bir hayatta yaşamaya çalışıyoruz, çoğu kırgınlıklarımız bu yüzden.

Paslanmış temiz kalpler (belki de temiz değildiler ben yanıldım), mezara gömülüyor bütün dostluk ve arkadaşlıklar yok yerine, unutuluyor gülümseyerek hatırlanan maziler, ihanete uğratılıyor insanlar ve dostluk kirletiliyor hiç düşünülmeden…

Öyle bir hayat yaşıyoruz ki, her şey sahte…
Uçan kuşları imrenerek seyrediyorum artık, belki küçükler ama o küçücük yüreklerinde ihanet yok; sevgi var, bunu biliyor ve hissediyorum…

Atılan her adımın ve yanında alınan her nefesin sahte olduğunu bilmek acı verici… Şu an içinde bulunulan, yaşanması mecburi diyerek dayatılan hayat bizlere ait değil. Savunulan ideolojiler tamamen kurgudan ibaret, sadece sözde kalıyor insanlık ve sevgi cümleleri. Gerçekler şehir efsanesi gibi artık, geçmişle tüm bağlar koparılmış, insanlıktan uzaklaşılmış…
Tüm kavramlar değiştirilmiş, tüm terimler, tüm sevgi sözcükleri, tüm insanlık kavramları anlamlarını yitirmiş durumda… Kimse gerçek değil artık ve büyük bir uçurumun kenarındayız.
Algılar, insanlık değerleri, bakış açıları, dünyamız, dünya düşüncelerimiz her şey sahtelikle yok edilmiş durumda. Başka medeniyetlerin hayatları yaşanıyor artık…
Gıdaları değiştirilmiş sahte tohumlarla sürdürmeye çalıştığımız  hayatlar gibi, tıpkı hazır gıda adı altında içinde ne olduğunu bilmediğimiz gibi o pisliğin içinde yaşamaya çalışıyoruz…
Başka milletlerde üretilerek bize pazarlanan gıda ve içlerindeki katkı maddeleri gibi benlikleri sarmakta pislik ve yitirilmekte iyilik ile insanlık. Yüz yıl önce savaş cephelerindeki kuşatma şimdi damarlara işlemiş, beyinlere bulaşmış, insanlığı kaybettirmekte, iyiliği yok etmekte ve kuşatma çok büyük. İnsanlık kaybedecek bu gidişle...

Psikoloji biliminin insanlığı iyice irdelemesi gerektiğini düşünüyorum -ki bunu yapıyorlardır eminim- bunun yanında da kısa sürede çözüm üretip dünya üzerindeki insanlığın önüne sunmalarını bekliyorum.
Samimi değil kimse neyse o hiç değil... Gözünün içine bakarak birbirine devamlı yalanlar söyleyen bir hayatın mağduruyuz artık…
Virüs tüm bedenlerini ele geçirmiş durumda adeta robotlaşmış bir biçimde hayatlarını devam ettirme çabası içindeler ama hiçbir zaman mutlu değiller.
Kendine gelmeli, dengeli yaşamalı, neyse o olup insanlıktan uzaklaşmamalı, sahte davranmamalı, sahte dostlukların içine girmemeli, dürüst olmalı insan... Kendine saygı duymakla başlamalı her şeye, kendini yargılamayı bilmeli. "Bana yapılsaydı...?" diye başlayan cümleler ile kendini sorgulayacak yüreği olmalı, dürüstçe yapmalı bunları, ne yaptım ki demeden... İnsanlık can çekişiyor ve can çekişen bir yaşamın içerisinde dürüstlük, doğruluk, insanlık diyerek çabalayanlar var -en azından kendimi biliyorum- belki de yok.

Ben fazla dürüst biriyim sanırım, sadece çevremdekileri değil, onların da etrafındakileri de düşünürüm. Düşünürüm zarar görme ihtimali olan tanıdığım herkesi ve ona göre adım atarım.
Her şeyi en detayına kadar düşünen, -belki de işlerine gelen şeyler için öyledir hatta kendilerine göre mükemmel insan bile olabilirler- ama yüzüne bakarak o çok değer verdiklerine sahte davranan, “canım” dediklerine, yüzüne baktıklarına bana göre en büyük hatayı yapan insanlar var hayatımızda. Kendimi, bir başıma ve fazlalık hissettiğim anlardan birini yaşadım ben de, bir süredir hissettiğim o hissi yaşamak ağır geldi. O kadar tanıyıp okadar değer verdiklerim arasında yabancıydım. Bundan sonrası için hayatımda değer vereceğim kişileri daha doğru seçmem gerek sanırım. Sanırım bütün sorun bende…

Geriye dönüp baktığında çok yaş alıp hiç ders almadığını görmek yaralıyor insanı…